Tarihi “Su”landırmak
- Cansu Asarkaya
- 5 Ağu
- 9 dakikada okunur
"Oltaya takılan balıklar bağıracak olsalardı,
bu hayvanların avlanmaları hemen yasaklanırdı."
Desmond Morris
Ilık bir İstanbul akşamında epeydir merak ettiğim bir film için sinemadayım. Filmin adı Mukadderat, sevdiğim oyuncular var, en başta Nur Sürer. Film katılaşmış alışkanlıkların ve ilişkilenme biçimlerinin hüküm sürdüğü tanıdık bir coğrafyada öteki olma hallerine söz ve alan açmaya çalışan, eşitliği ve özgürleşmeyi merkezine alan bir anlatı kuruyor. Filmdeki Sultan karakteri eşinin ölümünün ardından hemen evlenmek istiyor. Bu karar çocukları tarafından sorgulanıyor, kasaba tarafından ayıplanıyor. Fakat Sultan kararından dönmüyor. Ticaret yapıyor, “kadın başına” denilen her şeye karşı çıkıyor. Film, kadınların kolektifleşmesi, söz sahibi olmaya başlaması üzerinden ilerlerken, doğayla ilişki kuran ve bunun huzuruna sığınan “bilge” bir karakter var; Refik. Farklı bir cinsel yönelimde iken yıllarca heteronormatif bir evliliğe hapsolmuş Refik, esaretinin mükâfatını yeni hayatında alma gayretinde: kıyıda sakince yaşıyor, gün boyu okuyor, düşünüyor, balık tutuyor, bu balıkları dostlarıyla paylaşıyor. Refik sakin, bilge, huzurlu. Balık ise hep taze. Balık hep orada ama hiç orada değil. Balığın mukadderatı. Sanki su, kendiliğinden yiyecek sunuyor. Ve sonra film bitiyor. Ekranda sponsorlar listesi akıyor. Arada bir balık av malzemeleri markası... Ardından o cümle: “Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.”
Balık ve insan arasında bir Orpheus çıkmazı vardır. İnsan ne zaman balığa baksa, balık kaybolur, kalan “balıkçılık” olur. Bu görme yanılsaması, balığın canlılığının ve öznelliğinin hem geçmiş hem şimdide silinmesine ve tarihsel bir yokluk inşasına neden olur.
Tarihsizlik, talihsizliği de beraberinde getirir. Ezilenlerin tarihsel yokluğunun yarattığı etik boşluk ve hak kayıpları, Walter Benjamin’in söylediği gibi tarihyazımında bir “olağanüstü hâl” gerektirir. Bu olağanüstü hâl; tarihi, siyasi ve sosyal krizleri içermesinin yanı sıra epistemolojik ve ahlâki bir dönüşüme gebedir. Geçmiş, içinde kaybolmuş imkânlar taşıyan, bugünden yeniden kurulabilecek parçalı bir zamansallık olarak düşünülmelidir. Yani tarih; şimdi’de müdahale ile kırılabilen, mağlubun bakış açısından yeniden kurulabilen ve farklı bir geleceği mümkün kılan bir eylem alanıdır.
Bu bağlamda özellikle 21. yüzyılda sosyal bilimlerde etkisi artan “animal turn” (hayvan odaklı yönelim), tarihin insanmerkezli yapısını sorgular. Bu dönüşüm Benjamin’in işaret ettiği gibi tarih yazımında olağan hali aşma, dönüştürme ve alışıldık görüş alanı dışında kalanı da merkeze alma imkânını arar. Genel olarak hayvanların yalnızca edilgen varlıklar olmadığını, aksine tarihsel süreçlere etkide bulunan öznel varlıklar olarak düşünülmeleri gerektiğini ileri sürer. İnsan olmayan hayvanlar emekleriyle, bedenleriyle, ilişkileriyle tarihsel sahnede yer almış aktörlerdir.

Ancak bu dönüşümün anlamlı olabilmesi için kapsamlı bir eleştirel farkındalığı da beraberinde getirmesi gerekir. Çünkü alışılagelmiş insan-merkezci yazım pratikleri yalnızca insanı merkeze almakla kalmamış; hayvanlar arasında da bir hiyerarşi kurarak türcülüğü yeniden üretmiştir. Mark Bekoff türcülüğün lineer yapısını ve bu yapının getirdiği yaygın ayrımcılık biçimlerini tartışırken bilişsel kapasitesi yüksek olduğu varsayılan türlere tanınan etik korumanın, balıklar gibi “aşağı” görülen türlerden, türcülük karşıtı argümanlarda bile çoğunlukla esirgendiğini vurgular. İnsanın insan olmayan hayvanlara karşı mesafesi yüzyıllar boyunca hayvanların acı çekme kapasitesinden ve akıldan yoksun olduğu fikrine dayanmış, buna karşı sonuçlar veren bilimsel çalışmalar arttıkça da sadece bazı türlerin acı çektiğine dair konforlu argümanlara sığınılmıştır. Bu, tarih yazımında da kendini tekrarlama riski içerisindedir: atlar, köpekler, maymunlar gibi “yakın” türlere özellikle son dönem çalışmalarında sık rastlanırken; sucul canlılar yer bulmakta zorlanır veya sadece balıkçılığın esaretinde yer alır. Halbuki etoloji, sosyobiyoloji, nörobiyoloji ve ekoloji alanlarındaki çığır açıcı gelişmeler sayesinde balıkların da sosyal canlılar olduğu, acı çektikleri, bilişsel kapasitelerinin varsayılanın çok ötesinde olduğu açıktır. Ve bundan daha önemlisi insan-merkezci bakışın faydacı tuzaklarına düşmemek için her canlı, anlaşılabilirliğe, bilişselliğe ya da insana yakınlığına bağlı olmadan da kendi “umwelt”lerinin (onlara özgü çevrelerinin) birer öznesi olarak kabul edilmelidir.
Şüphesiz sucul dünyayı tarih yazımına dâhil etmek insanla aynı karasal paydayı paylaşan hayvanları dâhil etmekten arşivsel olarak daha zordur. Fakat her yıl dünyada “insanlık” için yaşamları feda edilen trilyonlar için denemeye değerdir. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Elbette bu tarihi su’landırmak diye adlandırdığım süreç yeni bir yöntemsel dönüşümü gerekli kılar. Geleneksel tarihyazımı sıklıkla okunabilir, dokunulabilir, görülebilir olanı yücelten bir arşivsel alışkanlığı sürdürür. Bu durum tarihin hem insan-merkezci hem de karasal bakış açısını besleyen bir hiyerarşi üretir. Oysa balıklar bedenlerinde, kokularında, göç yollarında ve dijital görünümlerinde başka bir hafıza taşırlar. Bu hafızayı açığa çıkarmak için önce arşivi “su’landırmak” gerekir. Arşivi sulandırmak; arşivsel alışkanlıkları ve hiyerarşileri kırarak; akışkan, katmanlı, duyusal ve geçici olanı ciddiye almak, görsel, kokusal, işitsel, edebi ve sanatsal olanın da belge olabileceğini kabul etmek demektir.
Bir şehrin kokusu ya da sesi var mıdır? Daha da özelleştirirsek İstanbul’un kokusu nasıldır gibi bir soru ortak bir cevap çağrıştırır mı? Sandra Swart, tarihçiliğin uzun süre hayvanların kokusunu, sesini, bedenini yok sayarak “deodorize edilmiş” bir anlatı kurduğunu belirtir. Bu kavram balık tarihi açısından özellikle önemlidir çünkü balık, çoğu zaman koku üzerinden dışlanmış, aşağılanmış ya da yalnızca gıda olarak kabul edilmiştir. Oysa “deniz kokusu” dediğimiz şey, aslında büyük ölçüde sucul canlıların kokusudur. Bu koku, İstanbul gibi bir şehirde rıhtımların ötesine geçip belleğe de sinmiştir. Boğaz’da süzülenlerle, Galata’da, Haliç’de, Beykoz’da kovalarda çırpınanlar ve balıkhanede ölü bedenlerine hapsolanlar arasında kokuların görüntülere iz yaptığı tarihsel bir hafıza yatmaktadır.

Görsel 2: Taksim Stadyumu’nun avlusunda Marmara’da yakalanan bir köpekbalığı sergileniyor, 1920’lerin sonu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
Diğer bir yandan Susan Nance, dijital çağda arşivin kurumsal raflarda taranmanın ötesine geçmesini, sosyal medyanın, blogların, YouTube videolarının, forumların, belgesellerin ve hatta kişisel hafıza albümlerinin içinde dağınık biçimde aranmasını savunur. Kaybolma ya da itibar görmeme riski de taşıyan bu alternatif arşivcilik hem dijital hem politik olarak ne kadar kırılgan olsa da göz ardı edilemeyecek kadar değerlidir, güçlü bir tanıklık içerebilir. Balıklar ve diğer sucul canlılar —tıpkı kediler gibi— dijital olarak fazlasıyla belgelenen hayvanlardır. Belgeseller başta olmak üzere amatör deniz fotoğrafları, pasif akustik izleme kayıtları, göç rotaları, dalgıçların ve olta balıkçılarının anlatıları, pazarlardan görüntüler, akvaryum deneyimleri hepsi potansiyel arşiv parçalarıdır. Yeni arşivsel alışkanlık yalnızca belgelenmiş olanın değil, belgelenmeye niyetlenilmemiş olanın da kaydını aramaktan geçmelidir.
Önemli bir husus daha var ki; arşivi sulandırmak arama ve taramanın ötesinde, gelecek araştırmalar için kayıtları türler arası bir kapsayışla çoğaltma sorumluluğu da taşımak demektir. Bu noktada bir arşivi çoğaltmak, sulandırmak ve olağan hali kırmak örneği olarak şu an hala Salt Beyoğlu’nda görülebilecek Hayvanların Yaşamı Sergisi’nde de yer alan Roger Payne’nin kayıtlarından bahsetmek isterim. 1960’ların sonuna doğru ABD Donanması Sovyet denizaltılarını izlemek amacıyla kurduğu dinleme istasyonlarında alışılmadık, melodik ve uzun soluklu sesler tespit eder. Uzun yıllardır hidrofon aracılığı ile yarasa seslerinin peşinde olan Amerikalı biyolog Roger Payne, denizlerin derinliklerinde yankılandığı iddia edilen bu gizemli seslere kulak vermeye karar verir. Payne, bu seslerin kaynağının kambur balinalar olduğunu fark ettiğinde, insanlık sucul dünyanın sesli varoluşuna ilk kez bu denli açık bir biçimde kulak kesilir. Çünkü kayıtlara göre balinalar, kilometrelerce uzaktan haberleşebilen, şarkı olarak adlandırabileceğimiz karmaşık vokal dizilerle etkileşime giren sosyal canlılardır. Payne’in bu sesleri kaydedip yayımlaması, balinaların ses yoluyla kurdukları ilişkilerle tarihsel özne olarak düşünülmesini mümkün kılar. 1970’lerde plak haline getirilen bu kayıtlar geniş bir dinleyici kitlesine ulaşır. Kamuoyu algısı değişir: Bir zamanlar yalnızca “yağ kaynağı” olarak görülen bu canlılar, artık bir çağrı yükselten duygusal varlıklar olarak düşünülmeye başlanır ve bu dönüşüm, kısa süre içinde siyasal bir etki de yaratır. Özellikle 1970’lerin politik atmosferinde Payne’in kayıtları, güçlü bir vicdani farkındalık doğurur. Önceleri marjinal gibi görünen bazı aktivistlerin başlattığı balina avcılığı karşıtı hareket, geniş kitlelere ulaşır. Sonunda 1986 yılında tüm dünyada balina avcılığı Uluslararası Balina Avcılığı Komisyonu (IWC) tarafından yasaklanır.

“Memeli” sınıfını paylaştığımız başka bir sucul bir canlı olan yunusa bakalım. Yunus, tarih boyunca insanlığın kolektif hafızasında hem bir kurtarıcı figür, hem de ekolojik bir yoldaş olarak yer almıştır. Aelianus'un aktardığı hikâyede, Byzantion'da yunusları serbest bırakmak için balıkçılara para ödeyen Koiranos, bir gemi kazasının ardından aynı yunuslar tarafından kurtarılmıştır. Benzer bir hikâye Yunus peygamberi önce yutarak kahrından kurtaran büyük balık anlatısında da görülür. Buradaki balığın da yine yunus olabileceği düşünülür. M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllara tarihlenen bazı sikkelerde, yunus figürü Hermias ile birlikte betimlenmiştir. M.S. 2. yüzyılda, Nikaia kenti sikkelerinde Poseidon ile yunusun birlikte tasvir edildiği görülürken; Commodus dönemine ait bir başka sikkede ise yunus, Eros figürüyle birlikte yer almıştır. Bu dönemlerde Yunusa sikkelerde olduğu kadar lahitlerde, altar panolarında, mozaiklerde de sıkça rastlanır.
Yunusun eski çağlardaki bu sesli konumu modern dönemde kaybolur, etik ve simgesel değeri tümden metalaşır. 1940'lardan 1980'lere kadar süren ve sınıflaşmış bir mesleğe dönüşen "yunusçuluk" faaliyetleri, Karadeniz'i dünya tarihinin en büyük yunus katliamı merkezlerinden biri haline getirir. "Balık yağı ihracatı" için devlet destekli şirketlerin kurulduğu, yunus avcılarına silah ve mermi hibe edildiği, bir günlük avlarda 1500'den fazla yunusun vurulduğu belgelenmiştir. Bu süreçte yunustan kalan tek şey balinalarda olduğu gibi yine "yağ verimi"dir. Kaçınılmaz olarak yunus balıkları kendilerine daha emin bir alan bulmaya yönelir. İstanbul’dan göç ederek Yunanistan ya da Rusya sahillerinde daha çok görünmeye başlarlar. Bu krizi Yaşar Kemal arşivsel bir metin olarak değerlendirilebilecek Deniz Küstü romanında şöyle ele alır:
"Deniz yanmış, kaynamış, balık yağı kokuyordu. Kıyılardaki toprağa, ağaçlara, çiçeklere, evlere derinlemesine bir balık yağı kokusu sinmişti. Bütün kıyılarda, koylarda bakır kazanlar kurulmuş, altlarına kalın kütükler atılmış, balık kaynatılıyordu. Marmara’nın her koyundan göğe yağlı dumanlar yükseliyordu. … O yıl yunus balığının yağı çok para etmişti. Yabancılar yunus balığı yağı istiyorlardı. Bir damla balık yağı gram altın değerindeydi. Balıkçılar kalabalıklaştı. Marmara’ya, Akdeniz’den, Antalya’dan, Bodrum’dan bile balıkçılar geldiler. Boğazın bu kıyılarındaki balıkçılara katıldılar. Marmara’da dehşet bir balık kovalamacası, bir kırımı başladı. Balık çığlıkları Marmara denizinden duyuluyordu. Yunuslar zıpkınla, dinamitle, kurşunla vuruldukça çığlıklar atıyorlardı…"

Sucul dünyayı tarihsel bağlam ve hak odaklı düşündüğümüzde “sınıf” arkadaşlığından balinaların ve yunusların diğer pek çok sucul hayvana göre torpilli olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat sucul dünyanın yurttaşlarının çoğunu sadece memeliler değil, her gün önemli bir kısmını da kaybettiğimiz isimsiz trilyonlar oluşturur. Özellikle II. Dünya Savaşının endüstriyel boyutlara ulaşan yok etme düzeni, yalnızca insanlar arası bir felaket olarak kalmamış; bu düzenin ürettiği teknik araçlar, savaş sonrası dönemde hayvan bedenlerine yönelip ve türler arası bir tahakkümün altyapısını güçlendirmiştir.Savaş sırasında geliştirilen denizcilik teknolojilerinin savaştan sonra balıkçılığa aktarılması, balıkların daha önce erişilemeyen yaşam alanlarına da ulaşılmasını sağlamıştır. Bu gelişme, verimli göç yollarının avcılığın hedefi hâline gelmesine yol açmış, göç halindeki sürüler üzerinde yoğun baskı oluşturmuştur. Yani savaş sonunda barış yerine, hedefin değiştiği yeni bir imha düzeni gelmiştir. Bu durum yaşama hakkı tanınmayan, göç yolları kesilen, mübadeleyle yerinden edilen ya da görünmezleştirilen insan topluluklarının tarihsel deneyimlerinden farklı değildir. Aşağıda TUIK verilerinden 1950-2012 ve 2014-2023 yıllarına ait farklı analizlerin derlenmesi ile oluşturulmuş “su ürünleri” istatistikleri yer almaktadır.

Görsel 5: Türkiye Su Ürünleri “Üretimi” (1950–2023)
Bu verilerin yalnızca kayda geçen veriler olduğu, Türkiye’de kaçak avcılığın ve bireysel oltacılığın da çok yoğun olduğu unutulmamalıdır. 2020 yılında yayımlanan bir araştırma, Marmara Denizi’nde 19 balık türünün tamamen yok olduğunu, 22 türün ise ticareti yapılamayacak kadar azaldığını göstermiştir. Öte yandan yapılan bilimsel hesaplamalar bu hızla devam eden bir sömürü ile tüm dünya denizlerindeki balıkların 2048 yılına kadar tükenebileceğini ortaya koymaktadır. Yani balıkların göç yollarına baraj kuran, yumurtlama mevsimlerinde onları avlayan, henüz yavruyken sofraya taşıyan ve onları sadece “stok” olarak gören mevcut sistemler; tüm sucul dünyanın sürekliliğini hedef almaktadır. Bu durum, ekolojik adaletin ötesinde bir türlerarası soykırım biçimi -türkırım- olarak değerlendirilmelidir.
Jason Hribal “Animals are Part of the Working Class” başlıklı makalesinde, insan merkezli sınıf analizlerinin çoğu zaman hayvan emeğinin tarihsel rolünü göz ardı ettiğini vurgular ve hayvanların da çalışan ve üreten ama ücret almayan işçiler olduklarını savunur. Bizleri hayvan emeğini, özellikle de bedensel emeği, kapitalist üretim süreçlerine içkin bir emek biçimi olarak yeniden düşünmeye çağırır. Aynı zamanda Hribal hayvanların çalışmayı reddetmelerini, üretim döngüsünü aksatmalarını ya da ölüme karşı koymalarını onların sömürüye karşı aktif direnişi olarak yorumlar. Ona göre bu eylemler, içgüdüsel ya da otomatik tepkiler değil, bilinçli ve amaca yönelik karşı çıkışlardır. Hribal’ın hizasından en görünmez ve en çok sömürülen “beden işçilerinden” olan balıklara dönersek; her oltayı kırışın, avcıdan kaçışın, kovada çırpınışın, göç yolunu değiştirişin bir direniş olduğunu görmek ve arşive içerisindeki emeği ve şiddeti görünür kılacak şekilde bakmak mümkündür ve hatta bir borçtur, zorunluluktur.
Tüm bunların ışığında bu yazı hayvan tarihi çalışmalarını türcü olarak nitelendirme ya da “böyle yapılır” iddiası taşımamakta, bu riske dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Animal turn’ün en radikal vaadi, türcülük içermeyen bir tarihyazımı olmalıdır. Bu iddia marjinal görünebilir fakat Ritvo’nun da dikkat çektiği gibi marjinallik; çalışmaların yerleşik varsayımları ve ilişkileri sorgulamasına ve en büyük sorunların yeniden gündeme gelmesine olanak tanır. Bu bağlamda insan-insan olmayan hayvan arasındaki keskinleştirilmiş ayrımı eleştirirken, hayvanlar arasında da bir hiyerarşi kurmadan; duyarlılıkları, ilişkileri, beden politikaları ve direniş biçimleri üzerinden bütün hayvanları tarihsel özne olarak değerlendirebilen -bunun için çaba veren- bir bakış açısı geliştirmek elzemdir. Aksi takdirde, türcü yazım biçimlerinin de tahakküm ilişkilerini yeniden ve sinsi biçimde üretebilme riski vardır. Tıpkı belli sınıfların, cinsiyetlerin ya da ırkların tarihinin “önemli” sayılıp diğerlerinin yok sayılması gibi, bazı hayvanların tarihsel öznelliklerinin görünür kılınıp bazılarının kapsam alanı dışında kalması, bu dönüşen tarih yazımının adalet vaadini eksik bırakır.
KAYNAKLAR
Attenborough, David. Gezegenimizden Bir Yaşam: Tanıklık Ettiklerim ve Geleceğe Dair Bir Vizyon. Çev. Onur Uygun. İstanbul:Kronik Kitap, 2022.
Balcombe, Jonathan. Balıkların Bildikleri. çev. Elvin Vural. İstanbul: Metis Yayıncılık, 2020.
Balık ve Balıkçılık Mecmuası. Cilt 23, sayı 2 (Nisan 1975): 36.
Benjamin, Walter. “Tarihin Kavramı Üzerine.” içerisinde Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy, 39–50. İstanbul: Metis Yayınları, 2005.
Bekoff, Marc. Düşünen Hayvanlar. çev. Serpil Çağlayan. İstanbul: Kitap Yayınevi, 2002.
Bursa, Pınar. Antik Çağ’da Anadolu’da Balık ve Balıkçılık. Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 2007.
Güç, Nadim, yönetmen. Mukadderat. İstanbul: Erol Işık Film, 2023.
Hribal, Jason. “Animals Are Part of the Working Class: A Challenge to Labor History.” Labor History 44, no. 4 (2003): 435–453.
Kemal, Yaşar. Deniz Küstü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004
Kiraz, Sibel. Şiddetsiz Bir Tarihin Olanağı. İstanbul: Nika Yayınevi, 2024.
Morris, Desmond. Hayvan İnsan Sözleşmesi. çev. Mehmet Harmancı. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1991.
Nance, Susan. “Who is a Greyhound? Reflections on the Non-Human Digital Archive.” In Traces of the Animal Past: Methodological Challenges in Animal History, edited by Jennifer Bonnell and Sean Kheraj, 91–112. Calgary: University of Calgary Press, 2022.
Ritvo, Harriet. “On the Animal Turn.” Daedalus 136, no. 4 (2007): 118–122.
Sarı, Mustafa. Balıkçılık Yönetimi. İstanbul: Nobel Yayınları, 2015.
——— . Müsilaj. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2022.
Swart, Sandra. “Kicking Over the Traces? Freeing the Animal from the Archive.” In Traces of the Animal Past: Methodological Challenges in Animal History, edited by Jennifer Bonnell and Sean Kheraj, 19–42. Calgary: University of Calgary Press, 2022.
Uygun, Süleyman. “İki Bin Yıllık Geleneğin Sonu: 19. Yüzyıl Karadeniz’de Yunus Avcılığı ve Balık Yağı Endüstrisi.” Kadim (2024): 115–142.
Yılmaz, Lale. “Bizans Sanatında Yunus (Jonah) ve Yunus Sembolü Üzerine.” The Journal of International Social Research 9, no. 44 (Haziran 2016): 757–761.
Zengin, Mustafa. “Karadeniz’de Yunus Avcılığı.” SÜMAE Yunus Araştırma Bülteni 8, no. 1 (Mart 2008): 8–12.
Telif Hakkı 2025 ©
Bu web sayfası içeriği (metin ve görseller dahil) “hayvanat.bilgi.org.tr” sitesine aittir ve üçüncü kişilerce çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yeniden yayımlanamaz veya ticari amaçlarla kullanılamaz.
İzinsiz kullanımlar hukuki yaptırımlara tabidir.
Asarkaya, Cansu. 2025. Tarihi “Su”landırmak. Hayvanât, Ağustos 2025. Erişim 5 Ağustos 2025. https://hayvanat.bilgi.org.tr/post/tarihi-su-landırmak.